Güvenli bölge: Türkiye başından beri haklıydı
Washington'un bir yandan PYD / YPG'yi savaş sonrası siyasi-askeri bir rol için desteklerken diğer yandan da Ankara'yı sadık bir NATO müttefiki olarak yanında tutabileceğini söyleyen herkes -tek kelimeyle- mevcut gerçeklikten kopuk bir hayalperesttir.
ABD Başkanı Trump'ın geri çekilme kararının ardından Türkiye, Suriye'nin kuzeyinde, geniş kapsamlı bir sınır ötesi terörle mücadele harekatı için hazırlıklarını artırdı. Olayların baş döndürücü bir hızda geliştiği şu günlerde, Ankara ve Washington (Anadolu Ajansı verilerine göre 460 kilometre genişliğinde ve yaklaşık 30 kilometre derinliğinde olacak) güvenli bölgeye dair müzakereleri sürdürüyorlar. Bu arada Türk yönetimi,güvenli bölge planını hayata geçirmek için, uygulanabilir ve karşılıklı bir anlayış tesis etmesi gereken Kremlin ile de üst düzey diplomatik temaslarda bulunuyor.
Açıkça ifade edelim, güvenli bölge düşüncesi, Ankara tarafından daha ilk savunulduğunda destek görse idi, bugün Suriye’de güvenlik ortamı çok daha iyi olabilirdi.
2013 yılında Guta'da yaşanan kimyasal saldırıların ardından Ankara, Baas rejimini benzer suçlar işlemekten kesin biçimde caydırabilmek için askeri müdahale seçeneğine yakın duruyordu. Washington'un, Baas’ın anlayabileceği dilden konuşmak için, yani Tomahawk füzelerini, ilham verici ancak icraata konulmayan, içi boş "kırmızı çizgi" nutuklarına tercih etmesi için dört sene geçmesi ve Beyaz Saray'da görev değişikliği yaşanması gerekti.
Türk dış politikası, Suriye’de Rusların ortalıklarda olmadığı, İranlıların sınırlı derecede müdahil olduğu ve DEAŞ'ın da henüz ülkenin başına bela olmadığı daha başlangıç safhasında güvenli bölge fikrini savunuyordu. Türkiye’nin farklı dönemlerdeki Suriye politikalarına ilişkin elbette birçok husus tartışılabilir, ancak bir şey son derece açık: Ankara'nın vizyonu daha 2013'te onaylanmış olsaydı, Avrupa, 21. yüzyılın zorlu insani kriziyle karşı karşıya kalmamış olacaktı. Dahası rejim, uluslararası normları hiçe sayarak kimyasal saldırılar ve sistematik varil bombası saldırılarını sürdürmeye cüret edemeyecekti. Son olarak, üst düzey NATO yetkilileri, bugün Doğu Akdeniz'deki kısıtlayıcı askeri kabiliyetlerden de (A2/AD anti-access / area-denial) endişe ediyor olmayacaktı.
Yine de, geçmişte olanlar geçmişte kaldı. Şimdi daha karmaşık bir gündemle ilgilenmek durumundayız. Türk-Amerikan güvenlik işbirliğini, Ankara-Moskova hattındaki yakınlaşmayı bozmadan artıracak bir güvenli bölge tesis etmemiz gerekiyor. Bunu yaparken, PYD / YPG konusuyla ilgili büyük anlaşmazlıklar da denklemin en riskli kısmı olmaya devam ediyor.
Basit gerçekler: Türkiye, meşru kaygıları olan bir NATO müttefikidir
PYD / YPG konusunun stratejik bağlamına yeniden, soğukkanlı biçimde göz atalım.
Amerikalı yetkililer, ABD tarafından da bir terör örgütü olarak kabul edilen PKK’yla (eski Savunma Bakanı Ashton Carter'ın ifadesiyle) "önemli bağları" bulunan PYD / YPG ile ilişkinin sadece taktik ve DEAŞ’a karşı terörle mücadele çabalarıyla sınırlı olduğunun altını defalarca çizmişlerdi. ABD'nin, YPG'ye (Suriye Demokratik Güçleri kapsamında) silah verdiği de iyi bilinen bir gerçek. Bunların arasında güdümlü tanksavar füzeler gibi işin rengini değiştirebilecek silahlar da var. Yine, bazı Amerikalı yetkililer, hiçbir tarih veya yol haritasına atıfta bulunmaksızın, DEAŞ ile mücadele sonrasında bu silahların geri alınması planlarından bahsetmişlerdi. Henüz ortada bir geri alım çalışması ya da planı da yok…
Bu noktada basit ancak kritik bir hususun da altını çizelim.
Washington’un, Suriye'nin kuzeyinde kalıcı, etnik bir özerklik oluşturmaya ve PYD'nin silahlı kanadı YPG'yi Lübnan Hizbullah'ı gibi bir şeye dönüştürmeye yönelik ilan edilmiş bir niyeti de –resmi kaynakların açıklamalarından bildiğimiz kadarıyla– yoktu. ABD'nin resmi planı, en başından beri, DEAŞ'ı ağır bir yenilgiye uğratıp, bir terör devletçiği oluşturmasının önüne geçmekti. Şimdi şayet baştaki plandan bir U dönüşü olduysa, yani Suriye’nin kuzeyinde, PYD / YPG kontrolünde etnik bir otonomi kurma stratejisi oluşturuldu ise, iki net sonucun farkında olunmalıdır.
Birincisi, böyle bir jeopolitik değişim, ancak çok önemli bir NATO müttefikini kaybetmek pahasına hayata geçirilebilir. Bunun başka bir yolu yoktur. Bu ikilemin iyi anlaşılması önemli, zira ABD basınında, Türkiye ve Suriye’ye ilişkin, jeopolitikten ve Orta Doğu’nun dinamiklerinden bihaber, güya Türkiye uzmanları tarafından çok yanıltıcı analizler yapılıyor. Washington’un, bir yandan PYD / YPG’yi savaş sonrası siyasi-askeri bir rol için desteklerken, diğer yandan da Ankara’yı sadık bir NATO müttefiki olarak yanında tutabileceğini söyleyen (hatta bunun için de PKK terör örgütüne ilişkin bazı açılım olanakları gibi ‘havuçlar’ sunan) herkes -tek kelimeyle- mevcut gerçeklikten kopuk bir hayalperesttir. Hiçbir devletin milli güvenlik değerlendirmesi bu şekilde çalışmaz... Gerçekçi tüm uzmanlar, Suriye’deki yeniden inşa sürecinin, bölgeyi on yıllarca şekillendirecek en önemli dinamik olduğunu da bilir.
İkincisi, Amerikalı müttefiklerimize PYD / YPG konusunda, Türkiye’yi kaybetme pahasına akıl verenlerin atladığı bir pratik de var. Tıpkı, ABD’nin askeri müdahalesinden sonra Irak'ta nüfuzu en çok artan gücün İran olduğu gerçeği gibi; PYD'nin başını çektiği bir özerkliğin ne tek ne de en müessir hamisinin Washington olacağına dair bir garanti yok. Yakın geçmişe bakılırsa, Suriye Baas rejimi ve onun kötü şöhretli istihbarat aparatı olan Muhaberât, PKK ve onun uzantıları üzerinde kontrol kurma konusunda çok daha köklü bir tecrübeye sahip. Ayrıca, Tahran'ın, 'vekalet savaşı oyuncusu devşirme' alanında sergilediği kabiliyet de dikkate alınması gereken bir husus. Yani, Türkiye’yi küstürürken karşılığında pek bir şey elde edememek de ihtimal dahilinde...
Ayrıca, yine fazlaca şişirilen 'Türkiye uzmanlarının' attıkları twitlerde ve yazdıkları görüş yazılarında değinmedikleri, konuşulmayan bir mesele var. ABD'nin geri çekilmeye dair verdiği ilk işaretlerin ardından, PYD, hemen Baas rejimine yanaşarak Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri’ne, Münbiç'te YPG'nin elinde bulunan mevzileri devralma çağrısında bulundu. Şimdi açık konuşalım: ABD Donanmasına ait destroyerler USS Porter ve USS Ross Nisan 2017'de 59 Tomahawk seyir füzesi ateşleyerek Suriye rejiminin Eş-Şayrât üssünü hedef almıştı. Obama yönetiminin çok değerli bir uluslararası normu koruyamamasının ardından nihayet bu füze taarruzu, kimyasal silah kullanımını caydırmaya yönelik sınırlı da olsa gerçek kırmızı çizgiler çekmeye yönelik bir adım oldu. Esed mesajı alamadı ve evvelden vermiş olduğu silahsızlanma taahhütlerini ihlal etmeye devam etti. Bu yüzden, Türkiye’nin üç NATO müttefiki, ABD, İngiltere ve Fransa, daha güçlü bir uyarıda bulunmak amacıyla Nisan 2018'de bir müşterek müdahale daha gerçekleştirdiler.
Şimdi, romantik bir coşkuya kapılarak Suriye Demokratik Güçlerini ve onun nüvesini oluşturan grupları "şövalye-vari DEAŞ avcıları" olarak görecek kadar büyülenmiş bazıları (PYD / YPG’yi kabullenmesi için ABD’nin Türkiye’ye nasıl yaklaşması gerektiği hakkında akıl verenler) acı gerçeği görmeyi istemeyebilirler. Fakat, ABD'nin DEAŞ karşısında, sahadaki ana 'müttefiki', yukarıda bahsi geçen Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri ile –yani, sistematik kimyasal silah kullanımı dolayısıyla ABD Donanması tarafından bombalanan Esed güçleriyle– göz açıp kapayıncaya kadar bir yakınlaşma içine girdi.
Şunu da belirtelim, Suriye Arap Silahlı Kuvvetlerinin üst düzey kadroları içerisinde, sistematik varil bombası saldırıları gerçekleştirme, hedef gözetmeksizin orantısız güç kullanımı, sivillere yönelik işkenceler ve kimyasal silah kullanma gibi gerekçelerle ABD veya AB tarafından yaptırıma tabi tutulmayan neredeyse bir tane general yok. ABD çekildiğinde Türkiye sınırındaki kilit yerleşimleri kontrol altına almaları için PYD / YPG tarafından davet edilenler, işte bu Suriyeli askeri kadrolar...
Ne de olsa, hem Baas hem de PYD / YPG, Sünni Arap demografisini zorla değiştirmeyi amaçlıyor (bundan şüphe duyanlar BM Genel Sekreteri'nin raporlarına göz atabilir) ve müşterek düşmanları da tek: Türkiye. Bu yüzden, ironik bir şekilde, bu işbirliği gerçekten de mantıklı bir zemine oturabilir. Ankara'nın bu konuyla ilgili endişeler taşımak için ise her hakkı saklıdır.
Bir daha asla: Esed klanı ve vekaleten savaş alışkanlıkları
Aslında, rejimin tutumu, Suriye Baası’nın iç yüzüne ve kullanışlı silahlı gruplara yaklaşımına vakıf olan uzmanlar açısından bir sürpriz olmamalıdır. Hafız Esed'in iktidarı, ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından resmen 'terör destekçisi devlet' olarak tanımlanmıştır. Şam 1980 ve 1990'larda PKK'yı beslemiş, terör örgütünü, Türkiye'ye karşı sürdürdüğü vekalet savaşında bir araç olarak kullanmıştır. Öyle ki, tecrübeli Türk diplomatlar, Suriye Baas rejiminin temsilcilerinin, Türkiye'de teröre verdikleri desteği kesme karşılığında müzakere masasına sınır-aşırı su kaynakları meselesini koymaya cüret ettiklerini dahi hatırlayacaktır.
1990'ların sonlarında Türk hükümeti, Silahlı Kuvvetler tarafından desteklenen sağlam bir zorlayıcı diplomasiyi hayata geçirir. Şam'daki seçkinler ve iktidara bir darbeyle gelerek mezhepçi bir diktatörlük tesis eden Hafız Esed, ancak o zaman Türkiye'nin toprak bütünlüğünü tehdit etmekte ısrar edecek olurlarsa rejimlerini devam ettiremeyebileceklerini anladılar. Sonuç olarak Suriye, 1998 yılında, Türkiye'de teröre verdiği desteği sonlandırma taahhüdünü vurgulayan Adana Protokolünü imzalamak zorunda kaldı.
Soğuk Savaş döneminde tam bir Sovyet uydusu olan, Orta Doğu'daki en büyük kimyasal silah envanterine sahip olan, ayrıca bu tarihe kadar sağlam bir Kuzey Kore müttefiki olarak kalan Baas rejimi, 20 yıl boyunca bir NATO ülkesine karşı vekalet savaşı verirken Türkiye'nin bazı geleneksel müttefikleri, Ankara’ya yardımcı olma konusunda aşırı istekli de olmadılar. Şüphesiz ki Türk yönetimi bu sefer daha büyük bir dayanışma görmek istiyor.
Geri çekilme tartışmalarının devam ettiği şu günlerde Suriye Baas rejimi, Ankara’nın Hafız Esed’in kötü şöhretli mirasına geri dönme konusunda taşıyabileceği bir niyete zerre müsamaha göstermeyeceğini çok iyi anlamalıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Rusya Devlet Başkanı Putin’le yaptığı görüşmede Adana Protokolünü vurgulaması bir tesadüf değil. Basitçe söyleyecek olursak Türkiye, hortlatılmış bir vekalet savaşının milli güvenliğine bir tehdit olarak geri dönmesine izin vermeyecektir. Ankara'nın kuzey Suriye'deki güvenli bölge planlarının altında yatan jeopolitik sebeplerden biri de işte budur.
AA